Paterson – Hidden Figures

CEREN ALA

Dün bir şeyi farkettim. İzlediğim filmlerdeki karakterleri çok fazla içselleştiriyorum. Önce garip geldi bu davranışım. Sonra Beren Saat’in geçenlerde sahnede söylediği sözler aklıma geldi.“Bugün izlediğimiz, okuduğumuz, dinlediğimiz her güzel şeye birkaç sene öncesinden daha fazla değer vermeliyiz”. Bence de öyle. “Kimseye gerektiğinden fazla değer verme, en değerli sensin” gibi cümlelerle doldurulduk. İnsan olmanın gerekliliğinden kaynaklanan, duygulara sınır koyma marifetimizden hızla uzaklaşmamız gerekiyor. Ruhumuza bir şeyler katacağına inandığım tüm sanat ürünlerinin sadece bu nedenle bile sevilecek bir yanının olduğunu düşünüyorum. İzlediğimiz şeylere daha yakından bakmak ve güzelliklerini tatmak, kurtarılmayı beklemekten daha eğlenceli inanın. Bu hafta da o güzelliklerden ikisi, Jim Jarmush’un filmi “Paterson” ile biyografik bir yapım olan “Hidden Figures” vizyonda olacak.

PATERSON SADECE BİR KENT İSMİ DEĞİLDİR!

Jim Jarmusch’u çok seviyorum. O sanki bütün türlerin ya da sanatların toplamı gibi. Bu filmde de müziğe, hikayeye, karakterlere, renklere, planlara, diyaloglara aynı anda hakim olmak çok keyifliydi. Jarmusch’un kendine has estetiği sayesinde tüm parçalar bir araya geliyor ve zihnimde tamamlanıyordu. Onun filmlerini izlerken yerden yükselmiş gibi hissediyorum. Tüm ağırlıklarımdan kurtulmuş, bırakmış, sakinleşmiş, her şeyin akmasına izin vermişim gibi… Jarmusch’a teslim oluyorum. Bazen teslimiyet en büyük özgürlüktür çünkü.

ABD’nin sıradışı yönetmeni Jim Jarmusch imzalı film, Patersonlu şair William Carlos Williams gibi şehrin yetiştirdiği sanatçılara dair izler taşıyor. Cannes’ten eli boş dönen film bazı sahneleriyle “Coffee and Cigarettes”i anımsatıyor.

ABD’nin sıradışı yönetmeni Jim Jarmusch imzalı film, Patersonlu şair William Carlos Williams gibi şehrin yetiştirdiği sanatçılara dair izler taşıyor. Cannes’ten eli boş dönen film bazı sahneleriyle “Coffee and Cigarettes”i anımsatıyor.

Girls dizisiyle yıldızı parlayan Adam Driver’ın başrolünde yer aldığı filmde aktöre İranlı oyuncu Gülşifte Ferahani eşlik ediyor. Filmin sahneleri taşıyan müziklerinde Carter Logan imzası var.

… New Jersey’in cazcılarla, şairlerle, aşıklarla dolu kenti… Doğduğu ve büyüdüğü şehrin adını alan bir otobüs şoförü, hikayenin kahramanı. Her sabah kendiliğinden uyanıyor, mısır gevreğini yiyor, kutu gibi evinden çıkıp, aynı sokaklardan geçerek otobüslerin kalkış mekanına varıyor, sürüyor, sürüyor, sürüyor, o direksiyonu sürerken hayat da sürüyor. Her şey birbirinin aynı. Yine de hava çok aydınlık ve ılık. Akşam olduğunda karısının köpeğini gezintiye çıkarıyor, köpek Paterson’u kıskanıyor, çok sevdiği bara uğruyor. Her akşam… Aynılık, insan hayatınının kalbinde açılan koca bir yarık mı? Siz, sabah kalktığınız andan gece yattığınız ana kadar yaşadığınız anların toplamındaki aynılık hissini nasıl kabulleniyorsunuz? Patterson bunu şiirle yapıyor. Yol boyunca izlediği tüm kaldırımlardan, arkasındaki koltuklarda konuşan insanlardan ve güzeller güzeli karısının nefesinden aldığı ilhamla dolduruyor defterini. Kafiyelere dokunmuyor ve dünyanın da kafiyesizliğin verdiği keyfin armonisiyle döndüğünü bilerek yazıyor. İyi şeyler yapmak yetmiyor. Yeryüzünde yaşıyor olmak yetmezmiş gibi bir de üretimleri paylaşmak gerekiyor. Paylaşmak var olmanın ilk şartı gibi. Oysa Paterson’ın tek okuru şiirlerini yazdığı defteri.

Sukünetinin ardında derin bir direniş var gibi. İzleyici Paterson’a her gün aynı şeyleri tekrarlayan sıradan bir adam gözüyle bakıyor. Oysa ki şelaleler akıyor, şair her güne başka bir şiir sığdırıyor. Hiçbir an bir sonraki anın tekrarı değil, biliyor. Öyle olsaydı bütün şiirler birbirine benzerdi.

SIR GERÇEĞİN ARKASINA SAKLANAN BİR GÖLGEDİR

Birileri şiir yazarak, birileri de tarih yazarak dokunuyor yıldızlara. Uzay bilimi uzay kadar uzak bana. “Hidden Figures”i izlerken, bir insanın koyduğu hedefe ilerlerken korkunç bir azim gösterebildiğini, dolayısıyla insanın elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını bir kez daha anladım, hedef uzayda olsa bile. İşin en acı tarafıysa böylesine aydınlık bir işin etrafında toplanan insanların tuvaletlerini, çalıştığı odaları, yemekhanelerini, kütüphanelerini, kahve bardaklarını siyahi vatandaşlardan ayırmalarıydı. Başka bir binanın alt katına mahkum Katherine Goble Johnson, beyazlara uzaya çıkmaları için yardımcı olmak üzere görevlendirildi. O artık beyazların kıta sahanlığındaydı. Nasa binasına bir uzaylı düşse aynı hayretle bakarlar mıydı? Bilmiyorum. Katherine, beyazların gözünde sayılarla arası çok iyi olan bir uzaylıydı. Uzak, koyu, yanlıştı. Kendisini ispat etmek için müthiş bir dehaya sahip olması yetmiyordu. Önyargı bütün çağların hastalığıydı. Çağ atlamak isteyen bilim insanları cehaletin eteğinin altında ve hep bir adım gerideydi. Sonra, tuvalete gitmek için 800 metre koşan Katherine beyazlarla aynı klozete oturma şansına erişti. Birimin müdürü Al Harrison’un sözü filmi özetleyen bir slogan niteliğindeydi: “Nasa’da hepimiz aynı renk işeriz!”.

Taraji P. Henson, Octavia Spencer, Janelle Monáe, Kevin Costner, Kirsten Dunst, Jim Parsons ve Maherslala Ali gibi isimleri buluşturan Theodore Melfi imzalı filmde Nasa’daki çalışmaların yönünü bütünüyle değiştiren Katherine G. Johnson, Dorothy Vaughan ve Mary Jackson’un hikayesi anlatılıyor.

İki saatlik film, Hollywood’un zengin sokaklarından esen bir rüzgar gibiydi. Çatışmalar ve ölümler Nasa’ya pek uğramamıştı. Çekilen sonsuz acılar, başarı hikayesinin içine belli belirsiz ama anlaşılır bir şekilde yerleştirilmişti. Asıl çatışma içimdeki arka sokaktaydı. Bazı şeyler hiç değişmiyor, sadece zamana ayak uyduruyordu. 60’larda tarihin seyrini değiştiren kadınların hikayesini izlediğimiz yıl 2017 idi.